ŞEHRİN İNKÂR EDİLEN DİLİ ; MEZARLIKLAR
Ey mezâristan, nihan ka´rında
yüz binlerce mâh,
Fışkıran hâk-i remîminden bütün
nûr-i nigâh!
Nâzeninler yâl ü bâlinden
nişandır her kiyâh...
Serviler Mevlâ ya yükselmiş
birer berceste âh,
Hufreler Mevlâ´dan inmiş en emin
bir hâb-gâh.
Mehmet Akif Ersoy
Şehirleşme – toplum – hafıza
üçgeninde dikkat çekmeye çalıştığım toplumsal yaşamımızın gözlerden uzak
ayrıntılarından başka birine temas etmek istiyorum bu yazımda. Modern anlayışın
unutturdukları arasında saydığım “mezarlıklar” bu ayrıntıların başka bir
örneğidir.
Şehrin bütünlüğü içerisinde
ana unsurlardan birini oluşturur mezarlık. Sokaktan geçerken, evimize giderken,
okul yolunda hep mezarlık çarpardı gözlerimize. Ölümün tazeliği gündelik
hayatın bir parçası olurdu. Ölüm sessizliği öfkelerimizin, hırslarımızın,
doyumsuzluğumuzun çaresi olurdu bir nebze. Yaşamla ölüm arasında bir terazi
vazifesi görürdü mezarlık; aldığın nefesi verememek verdiğin nefesi alamamak
arasındaki ince çizginin hafızamıza işlenişi adeta.

Modern çağlarla beraber insanın ölüm olgusuna bakışı sadece bizde değil, bütün dünyada köklü değişikliklere uğramış ve insanın sıradan gündemine, eskiden hiç de sıradan olmayan hatta bir zamanlar tabu sayılan mevzular girmiştir. Haz, eğlence, sınırsız yaşam, doyumsuzluk, kanaatsizlik, aç kalma korkusu, yarın endişesi, geleceği garanti altına alma emeli, hız, koşuşturma, mal düşkünlüğü, makinalaşma ve beraberinde robotlaşma gibi bizleri insanî değerlerden uzaklaştıran ve vicdan muhasebesinden uzaklaştıran kavramlar hayatımızın merkezine yerleşti. Ölümle ve mezarlıklarla yüzleşmemek, adeta ölümü öldürmekle ve mezarlıkları şehrin dışına taşımakla formüle edildi. Teknoloji, hayatımızı o kadar sarıp sarmaladı ki sanki her şeyi unutturma üzerine programlamış gibi. Ölümün bile bir tüketim aracına dönmesi insan ruhunun derinliğinin bir tuş’a kurban edildiğini gösterir.
Çağdaş teknoloji gündelik
hayatımızı değiştirmedi sadece. Bizi kitlesel ve beklenmedik ölümlere sevk
etmesi bakımından değil kentlerimizin mimarisini değiştirmesi suretiyle de ölüm
bilincinden uzaklaştırdı. Çünkü artık mezarlıklar kentlerin dışına taşınmakla
kalmadı, cenazeler de arabalarla ve hızla gözümüzün önünden geçip gidiyor…
(halbuki eskiden) cenaze alayı çarşıdan geçerken hemen bütün esnaf bir şekilde
cenazeye katılırdı. “ Allah rahmet etsin, mekanı cennet olsun” gibi dualarla
herkes tabutun taşınmasına yardımcı olurdu. Hemen her gün tekrarlanan bu olay
ölümü insanların gözünde munisleştirir, insancıllaştırır, daha da önemlisi
insanın kendisini irdelemesine fırsat verirdi.(Özdenören)

Ölümü sevgiyle kucaklayan bir medeniyetten yaşamı ölümden arındıran bir medeniyete geçişi anlatısıdır mezarlıkların hayatımızdan uzaklaşması.
Mehmet Akif’in “Mezarlık” şiiri baştan
sona bu kaybolmuş muhabbetin bir anlatısıdır :
…
“ Ey mezâristan, ne âlemsin, ne yüksek fıtratın!
Sende pinhân en güzîn evlâd-ı insâniyyetin;
Senden istimdâd eder feryâd-ı ye'sin, haybetin.
Bir yığın göz nûrusun, yâhud muhammer tıynetin,
Rûh-i pâkinden coşan gözyaşlarından milletin!
Şanlı bir târîhsin: Mâzî-i millet sendedir.
Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir;
Devr-i istîlâ durur yâdında, devlet sendedir!
Çünkü hürriyyet, hamâset sende, gayret sendedir,
Zindegî zillettir artık, bence izzet sendedir!”
…

Mezarlık, milletin temiz ruhundan coşan gözyaşlarından, bir yığın göz nurundan bir alem. İnsanlığın en seçkin evlatları sende saklıdır. Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir. Yaşamak alçaklıkla bir, şeref ve itibar sendedir. Diriler dünyasını o gürültülü ortamında mezarlık bir sığınaktır. Ben merkezli, menfaat odaklı ve
dünya ile sınırlı bir mefkûre yapısı, bunu anlamakta güçlük çekebilir tabi ki.
Ancak dünyanın geçiciliğini kabul eden ve ölümden sonraki yaşama inanan bir
anlayış ölümün asıl diriliş olduğunu, dolayısıyla mezarlıkların onun inanç
dünyasındaki anlamını kavrayabilir. Mistik Doğu dünyasının algısında ölüm var
olmaya atılan bir adımdır. Mevlana’nın “Şebb-i Arus” dediği “Düğün Gecesi /
Kavuşma Gecesi” bu düşüncenin ürünüdür.
Jose Saramago, “Ölüm Bir
Varmış Bir Yokmuş” adlı romanında bizleri ölüm karşısındaki tutumumuzu
belirlemeye ve taraf olmaya iter. Ölümsüzlüğün anlık sevincinden sonra insanlığın
yaşadığı hayal kırıklığı ve kaosu bir arada yaşarız. İnsanın ölüm karşısındaki
çare arayışı, ölümsüzlük karşısındaki çaresizliğine dönüşür. Hayatımızdan
kovmaya çalıştığımız ölüm yaşamanın ilacıdır aslında. Bu döngü içerisinde ölüme
yüklediğimiz anlam belki bizleri biraz ferahlatabilir.

Modern dünyanın insanı
nesneleştiren, canavarlaştıran bununla birlikte dünya krallığına iten sahte
yapısı, “ölüm”sözcüğünün ürkütücü,
soğuk, iç karartan çağrışımlarını kullandı. “Mezar” kelimesinin ziyaret
edilen yer anlamını öteleyen, daha çok korkunç
ve kaçılan yer tarifi üzerinden
mezarlıklar da hayatımızdan uzaklaştı. Ünlü kuramcı İtalo Calvino’nun “Görünmez
Kentler” dediği mezarlıklar, aslında dünyamızın en katmanlı gerçeklerinden
biridir.
Mezarlıklar, hayat ile ölüm
arasındaki, hayat açısından son, ölüm açısından ise ilk duraklardır. Fani dünya
ile ebedi dünya arasında ince bir çizgidir bu mekânlarımız. Dünya hayatının
bitiş noktası ve ölüm anından itibaren başlayan âhiret hayatının da ilk anını
dile getirmektedir. Mesele ölümü bir müjde gibi karşılayabilmekte. Necip Fazıl “Ölüm Güzel Şey” şiirinde ;
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?...
Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun !
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!”
…
derken bu
pencereden seslenir.
Yunus
Emre’nin;
“Ölümden ne
korkarsın
Korkma; ebedi varsın”
“Yunus öldü deyû salâ verirler
Ölen hayvan imiş aşıklar ölmez”
“Ölürse ten ölür
Canlar ölesi değil.“
dizeleri, ermiş bir insanın ölüm karşısındaki tutumunu sergiler.
Ölüm insanlık tarihiyle
eşittir. Kabristanlar da hakeza. Kimimiz ölümü korkuyla, kimimiz endişeyle,
kimimiz sevinçle bekleriz. Mukadder olan şudur ki; hepimiz ölümlüyüz. Bunda
değişecek bir şey yok. İnancı, rengi, ırkı, dili, dini fark etmeksizin her
insan ve her nefis ölümün pençesinden kurtulamayacaktır. İnsanlığın sunî değer
yargıları hiç ölmeyecekmişiz algısı yaratarak ya insanı bir makine dişlisine çevirdi, ya dünya
krallığını vaad ederek insanı insana kırdırdı, ya maddeye tapacak bir köleye
çevirdi, ya da şehvetinin ve hazzının kölesi yaptı. Bu sadece modern çağın
problematiği değil insanlığın sorunudur. Ancak zaman ilerledikçe insanlığın
battığı çukur daha da derinleşmektedir. Modern zaman dediğimiz günümüz dünyası
da insanlığın hak ettiği değeri kendisine tevdi etmemiştir. Kaldı ki bu dünyada
göçmüş insanlara, onların istirahatgahı olan mezarlıklara verilecek değer bir
hayli ilgimizden uzaktır.
İnsanlığın geçmişle olan
bağını her zaman canlı tutan kabristanlar bir dilin de taşıyıcısıdır. Birer
kültürel miras ve medeniyet halkasıdır aynı zamanda. Yüzlerce metre
yüksekliğindeki betonarme ve cam bloklardan oluşan yapılar itici olmakla
kalmayıp insan ruhunu ezen mimari özelliklerden yoksun kuru ifadelerdir. Mezar
taşlarına işlenmiş bir yazı, göğü delme niyetindeki bir gökdelenin çirkin
görüntüsünden daha etkili bir ses bırakır kalplerimize. Bu ses ölüm sessizliği
ve döngüsüdür. Dünya durdukça yankılanacak kulaklarımızda. Hilmi Yavuz’un güzel
dizeleriyle bitirelim :
“ölüm uysal bir mesnevi gibi
aktı gider, döne döne”
…