11 Ağustos 2017 Cuma

ŞEHRENGİZ


















                              ŞEHRİN İNKÂR EDİLEN DİLİ ; MEZARLIKLAR





Ey mezâristan, nihan ka´rında yüz binlerce mâh,
Fışkıran hâk-i remîminden bütün nûr-i nigâh!
Nâzeninler yâl ü bâlinden nişandır her kiyâh...
Serviler Mevlâ ya yükselmiş birer berceste âh,
Hufreler Mevlâ´dan inmiş en emin bir hâb-gâh.
                                                                                                                   
                                                                                                 Mehmet Akif Ersoy


Şehirleşme – toplum – hafıza üçgeninde dikkat çekmeye çalıştığım toplumsal yaşamımızın gözlerden uzak ayrıntılarından başka birine temas etmek istiyorum bu yazımda. Modern anlayışın unutturdukları arasında saydığım “mezarlıklar” bu ayrıntıların başka bir örneğidir.

Şehrin bütünlüğü içerisinde ana unsurlardan birini oluşturur mezarlık. Sokaktan geçerken, evimize giderken, okul yolunda hep mezarlık çarpardı gözlerimize. Ölümün tazeliği gündelik hayatın bir parçası olurdu. Ölüm sessizliği öfkelerimizin, hırslarımızın, doyumsuzluğumuzun çaresi olurdu bir nebze. Yaşamla ölüm arasında bir terazi vazifesi görürdü mezarlık; aldığın nefesi verememek verdiğin nefesi alamamak arasındaki ince çizginin hafızamıza işlenişi adeta.

Modern çağla birlikte bu iç içelik de değişti birçok şey gibi. Büyük kentlerle birlikte metropoller yayıldı yeryüzüne. Yayılmakla kalmadı şehirler, yatay mimariden dikey mimariye evrildi meydan okuma biçimindeki maddi güç. Düzenli, planlı, sistematik şehir kurgulamalarıyla ruhsuz sitelere geçerken haysiyetli mahallelerden manevi kıymeti de kaybettik.


Ölüme meydan okuyan muasır medeniyet(!) çareyi insan hafızasıyla oynamakta bulmuştur. 
Modern çağlarla beraber insanın ölüm olgusuna bakışı sadece bizde değil, bütün dünyada köklü değişikliklere uğramış ve insanın sıradan gündemine, eskiden hiç de sıradan olmayan hatta bir zamanlar tabu sayılan mevzular girmiştir. Haz, eğlence, sınırsız yaşam, doyumsuzluk, kanaatsizlik, aç kalma korkusu, yarın endişesi, geleceği garanti altına alma emeli, hız, koşuşturma, mal düşkünlüğü, makinalaşma ve beraberinde robotlaşma gibi bizleri insanî değerlerden uzaklaştıran ve vicdan muhasebesinden uzaklaştıran kavramlar hayatımızın merkezine yerleşti. Ölümle ve mezarlıklarla yüzleşmemek, adeta ölümü öldürmekle ve  mezarlıkları şehrin dışına taşımakla formüle edildi. Teknoloji, hayatımızı o kadar sarıp sarmaladı ki sanki her şeyi unutturma üzerine programlamış gibi. Ölümün bile bir tüketim aracına dönmesi insan ruhunun derinliğinin bir tuş’a kurban edildiğini gösterir.

Çağdaş teknoloji gündelik hayatımızı değiştirmedi sadece. Bizi kitlesel ve beklenmedik ölümlere sevk etmesi bakımından değil kentlerimizin mimarisini değiştirmesi suretiyle de ölüm bilincinden uzaklaştırdı. Çünkü artık mezarlıklar kentlerin dışına taşınmakla kalmadı, cenazeler de arabalarla ve hızla gözümüzün önünden geçip gidiyor… (halbuki eskiden) cenaze alayı çarşıdan geçerken hemen bütün esnaf bir şekilde cenazeye katılırdı. “ Allah rahmet etsin, mekanı cennet olsun” gibi dualarla herkes tabutun taşınmasına yardımcı olurdu. Hemen her gün tekrarlanan bu olay ölümü insanların gözünde munisleştirir, insancıllaştırır, daha da önemlisi insanın kendisini irdelemesine fırsat verirdi.(Özdenören)



Ölümü sevgiyle kucaklayan  bir medeniyetten yaşamı ölümden arındıran bir medeniyete geçişi anlatısıdır mezarlıkların hayatımızdan uzaklaşması. 

Mehmet Akif’in “Mezarlık” şiiri baştan sona bu kaybolmuş muhabbetin bir anlatısıdır :

           

“   Ey mezâristan, ne âlemsin, ne yüksek fıtratın!
    Sende pinhân en güzîn evlâd-ı  insâniyyetin;

    Senden istimdâd eder feryâd-ı ye'sin, haybetin.
    Bir yığın göz nûrusun, yâhud muhammer tıynetin,

    Rûh-i pâkinden coşan gözyaşlarından milletin!
    Şanlı bir târîhsin: Mâzî-i millet sendedir.

    Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir;
    Devr-i istîlâ durur yâdında, devlet sendedir!




    Çünkü hürriyyet, hamâset sende, gayret sendedir,

    Zindegî zillettir artık, bence izzet sendedir!”




 Mezarlık, milletin temiz ruhundan coşan gözyaşlarından, bir yığın göz nurundan bir alem. İnsanlığın en seçkin evlatları sende saklıdır. Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir. Yaşamak alçaklıkla bir,  şeref ve itibar sendedir. Diriler dünyasını o gürültülü ortamında mezarlık bir sığınaktır. Ben merkezli, menfaat odaklı ve dünya ile sınırlı bir mefkûre yapısı, bunu anlamakta güçlük çekebilir tabi ki. Ancak dünyanın geçiciliğini kabul eden ve ölümden sonraki yaşama inanan bir anlayış ölümün asıl diriliş olduğunu, dolayısıyla mezarlıkların onun inanç dünyasındaki anlamını kavrayabilir. Mistik Doğu dünyasının algısında ölüm var olmaya atılan bir adımdır. Mevlana’nın “Şebb-i Arus” dediği “Düğün Gecesi / Kavuşma Gecesi” bu düşüncenin ürünüdür.

Jose Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş” adlı romanında bizleri ölüm karşısındaki tutumumuzu belirlemeye ve taraf olmaya iter. Ölümsüzlüğün anlık sevincinden sonra insanlığın yaşadığı hayal kırıklığı ve kaosu bir arada yaşarız. İnsanın ölüm karşısındaki çare arayışı, ölümsüzlük karşısındaki çaresizliğine dönüşür. Hayatımızdan kovmaya çalıştığımız ölüm yaşamanın ilacıdır aslında. Bu döngü içerisinde ölüme yüklediğimiz anlam belki bizleri biraz ferahlatabilir.


Modern dünyanın insanı nesneleştiren, canavarlaştıran bununla birlikte dünya krallığına iten sahte yapısı, ölümsözcüğünün ürkütücü, soğuk, iç karartan çağrışımlarını kullandı. “Mezar kelimesinin ziyaret edilen yer anlamını öteleyen, daha çok korkunç ve kaçılan yer tarifi  üzerinden mezarlıklar da hayatımızdan uzaklaştı. Ünlü kuramcı İtalo Calvino’nun “Görünmez Kentler” dediği mezarlıklar, aslında dünyamızın en katmanlı gerçeklerinden biridir.

Mezarlıklar, hayat ile ölüm arasındaki, hayat açısından son, ölüm açısından ise ilk duraklardır. Fani dünya ile ebedi dünya arasında ince bir çizgidir bu mekânlarımız. Dünya hayatının bitiş noktası ve ölüm anından itibaren başlayan âhiret hayatının da ilk anını dile getirmektedir. Mesele ölümü bir müjde gibi karşılayabilmekte. Necip  Fazıl “Ölüm Güzel Şey” şiirinde ;


“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...

  Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?...

  Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun !

  Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!”


  …

derken bu pencereden seslenir. 


Yunus Emre’nin;


 “Ölümden ne korkarsın
   Korkma; ebedi varsın”

“Yunus öldü deyû salâ verirler
  Ölen hayvan imiş aşıklar ölmez”

“Ölürse ten ölür
  Canlar ölesi değil.


dizeleri, ermiş bir insanın ölüm karşısındaki tutumunu sergiler.



Ölüm insanlık tarihiyle eşittir. Kabristanlar da hakeza. Kimimiz ölümü korkuyla, kimimiz endişeyle, kimimiz sevinçle bekleriz. Mukadder olan şudur ki; hepimiz ölümlüyüz. Bunda değişecek bir şey yok. İnancı, rengi, ırkı, dili, dini fark etmeksizin her insan ve her nefis ölümün pençesinden kurtulamayacaktır. İnsanlığın sunî değer yargıları hiç ölmeyecekmişiz algısı yaratarak ya insanı  bir makine dişlisine çevirdi, ya dünya krallığını vaad ederek insanı insana kırdırdı, ya maddeye tapacak bir köleye çevirdi, ya da şehvetinin ve hazzının kölesi yaptı. Bu sadece modern çağın problematiği değil insanlığın sorunudur. Ancak zaman ilerledikçe insanlığın battığı çukur daha da derinleşmektedir. Modern zaman dediğimiz günümüz dünyası da insanlığın hak ettiği değeri kendisine tevdi etmemiştir. Kaldı ki bu dünyada göçmüş insanlara, onların istirahatgahı olan mezarlıklara verilecek değer bir hayli ilgimizden uzaktır.

İnsanlığın geçmişle olan bağını her zaman canlı tutan kabristanlar bir dilin de taşıyıcısıdır. Birer kültürel miras ve medeniyet halkasıdır aynı zamanda. Yüzlerce metre yüksekliğindeki betonarme ve cam bloklardan oluşan yapılar itici olmakla kalmayıp insan ruhunu ezen mimari özelliklerden yoksun kuru ifadelerdir. Mezar taşlarına işlenmiş bir yazı, göğü delme niyetindeki bir gökdelenin çirkin görüntüsünden daha etkili bir ses bırakır kalplerimize. Bu ses ölüm sessizliği ve döngüsüdür. Dünya durdukça yankılanacak kulaklarımızda. Hilmi Yavuz’un güzel dizeleriyle bitirelim :

“ölüm uysal bir mesnevi gibi 

  aktı gider, döne döne”








Bu içerik Kişisel Blog - İsmet Kanber tarafından hazırlanmıştır.



4 Ağustos 2017 Cuma

ŞEHRENGİZ






ZERAFET ve MERHAMET SARAYLARI :  KUŞ EVLERİ
                                                                                                                                                                                                                                                                                                         İsmet Kanber

"İnsanın cümle yaratılmışla dengede, sevgi ilişkisinde olması günümüzde her zamankinden daha önemliyken, bunca sevgisizliğe, bunca yalnızlığa, bunca yabancılaşmaya itilişimiz neden? Hiçbir çıkar gözetmeksizin, yalnızca karşısındakini korumak isteğinden doğan 'Kuş Evleri' üzerinde düşünmek bize kimi unuttuklarımızı anımsatabilir." diyor "Kuş Evleri" kitabının sunu kısmında Cengiz Bektaş. Haklılığı pekâla ortada. Taş medeniyetinden cam medeniyetine doğru ilerleyen(!) insanlık, geleceğe yalnızlık, yabancılaşma, zevsizlik, kabalaşma, merhametsizlik, duyarsızlık gibi yeni miraslar bırakıyor. İnsanın doğaya tek başına sahiplenme isteği ve mücadelesi, diğer canlılara dengede yaşama duygusunu kaybetmesi bu tahribatın ve yozlaşmanın ev belirgin örnekleridir.



Medeniyet, hayatın bütün alanlarını kuşatan inceliklerin tezahürüdür. İnsanın, eşyanın ve evrenin bir bütün halinde algılandığı; yaşam alanlarının insanı yücelten bir anlayışla tezyin edildiği örneğini bize veren “kuş evleri”, insanla diğer varlıkların birlikte yaşama modellerinin en güzel örneklerinden biri olarak karşımızda durmaktadır.




Eşyanın da bir canı olduğunu, eşyayı rahatsız etmenin de Tanrı'nın hatrını incittiğini varsayan bir algının, dünyanın dönmesi karşılığında "kuş evleri"ni medeniyet ölçeğinde nereye oturttuğunu iyi irdelemek gerekir. Üstü küllenen, unutulan, harap edilen medeniyetin bu ince sütunları, sevgisizliğin ve unutkanlığın gölgesi altında nasıl yeni bir duyuş ve hissiyatın konusu olacaktır? Kuşkusuz sadece mimarî bir öge değil. Onun ötesinde bir şey var. İnsanın varlık ve evren karşısındaki duruşunu yeniden düşünmesi, insani eşya ve diğer canlılar arasındaki ilişkiyi gözden geçirmesi bu duyuş ve hissiyatın önceliği olmalıdır.
   Genelde Doğu, özelde İslam medeniyetine baktığımızda insan ve evren ilişkileri estetik değerler üzerine kuruludur. Burada tabiatın dilini anlama söz konusudur. İnsanın tabiatı işlerken eşyaya hükmetmediği gibi ona esir olma anlayışı yoktur. Binaları inşa ederken, şehirleri kurarken diğer canlıların yaşam alanlarını da düşünme kaygısı, önemli bir medeni tarz, estetik ve merhamet unsuru olarak somutlaşır. Kuş sarayı, serçe sarayı ya da kuş köşkü denilen bu zarif minyatür evler, cami, medrese, türbe duvarlarına nakşedilmiştir.

 Mimarimizin bu zarif anlayışının temelinde medeniyetimizin kuşlarla ilgili hassasiyeti yatıyor. Kültürümüzde kuşlar kanatlarıyla yer ve gök arasında rahatça uçabildikleri için ilahi kudrete sahip mukaddes varlıklar olarak algılanmıştır. Masallara göre Kaf Dağı’nda yaşayan yarı insan yarı kartal biçimli Zümrüd-ü Anka kuşların başı olarak efsaneleşmiştir. Leylek kuşların şeyhidir. Halk arasında “Hacca giderken camileri ziyaret eder, oradan dönerken Kabe’yi tavaf eder.” rivayeti dolaşır.

İslam inancına göre saflık, temizlik, barış ve kardeşliğin sembolü olan güvercin, Hristiyanlıkta Ruh-ül Kudüs’ü temsil etmektedir. Hz. Muhammed’in Sevr Mağarası’nda saklanırken güvercinin Mağaranın kapısına yuva yaptığı böylece peygamberimizi müşriklerden koruduğu inancı yaygındır. Güvercin, aynı zamanda Nuh Tufanı’nın da müjdecisidir. Yine bir başka efsaneye göre, Hz. Süley­man Tekke-i Mürgan’ı (kuşlar tekke­si) kurmuş, dünyanın her yerinden yılda bir defa gelen güvercinler, bir hafta süreyle bu tekkede beslenmiş, ötüşmüş ve Süleyman Peygamber’e dua edip dağılmışlardır. Kumruların “hu hu” diye başını eğerek ötüşmeleri halk arasında Allah’ı
zikrettiği kanaatini uyandırmış ve kutsallık kazanmıştır. Hüdhüd kuşunun aileye bağlılığın sembolü olduğu ve öldürülmesinin yasaklanmış olduğu söylenir. İnancımızda ve halk arasındaki bu kanaatler merhamet duygusuyla birleşerek zamanla estetik bir zevke ve mimarî yapılara dönüşür.






Kuşlara ev yapmak ancak ve ancak merhamet duygusuyla açıklanabilir. Modern dünyanın yeniden tasarladığı yaşam biçimi,  yapay bir kültürle birlikte sahte bir süs sunar bizlere. Çarpık ve insanı boğan kentleşme, hayvanat bahçeleri, plastik ağaçlar, yapay kuş cennetleri… Cila çekilmiş ruhsuz yapılar, mimarî yapılar adı altında sunulmakta. Camdan, plastikten ve demirden imal soğuk ve itici yapılardan kafamızı kaldırıp eskiye baktığımızda bizi içine çeken, mana yüklü kimlik ve estetikle birlikte hayatın ince detaylarını bizlere sunan yapılar; sevginin, hamiyetin, zerafetin, kendisi dışında başkasının yaşam hakkına saygı duyuşun tezahürü olabilirler.

Kuş evlerinin medeniyetimizde bu kadar yer bulmasının altında sadece kuşların barınma ihtiyacı olduğu söylenemez. Bunun yanında bir gönül medeniyetinden söz edebiliriz. Kuş merhamettir, inceliktir, barıştır, sevgidir, özgürlüktür, zenginliktir, berekettir…

Kuşlar selam getirendir, sıladan haber verendir.

Müjdeleyicidir, kısmettir, aşktır.

Kuşlar hasrettir, dert ortağı, sevgi ortağıdır,

Hazreti İbrahim’in ateşte yanmasına razı olmayan üveyiktir.

Aşığın yakarışıdır, güle meftun bülbüldür.

Kuşlar türküdür, şiirdir, şairin gönlünde candır.





Hazreti Süleyman’dan Feridüddin-i Attar’a, Yunus Emre’den Fuzuli’ye, Mevlana’dan Feqiyê Teyran’a kuşların insan tahayyülünde yarattığı mana kendini farklı duygu, his ve sembollerle gösterir.
                                
                               “Seherde ağlayan bülbül
                                Sen ağlama ben ağlayım”

diyen bir algı, bülbülle dert ortaklığını dile getirir.

Kuşlar gönül evimizin misafirleridir. Fuzuli’nin “Aşiyan-ı murg-ı dil zülf-i perişanundadur” deyişi, bu bütünlüğün ince bir ifadesidir.
Yunus Emre’nin ;
                               “Süleyman kuşdilin bilir dediler
                                Süleyman var Süleyman’dan içeri”

dizeleri, kuşlarla bizler arasındaki derin dilin şifrelerini verir.




Kuşlara ev yapacak kadar incelmenin tezahürleri çok farklıdır kültürümüzde. İnancımızda, türkülerimizde, şiirlerimizde, kilim motiflerimizde, dinî kıssalarımızda, ekinimizde, isimlerimizde, semahlarımızda, ilahilerimizde kuş figürünü görürüz. Hayatımızla bu kadar bütünleşmiş bu nazenin varlıklar, köyünden kentine herkesin hafızasında bir motif olarak yer etmiştir. Turnalar sılaya haber götürür. Kuran'ı Kerim'de kuşların diziz dizi Allah'ı zikrettiklerinden söz edilirken bir ibret vesikasına işaret edilir. Tarlaya ekilen buğdayda kuşun hakkı vardır. Çifte kumrular, sevdanın sevdalılar arasındaki sembolüdür. Leylek, şahin, serçe, keklik, kuzgun, karga, çulluk, sığırcık... Her biri anlam dünyamızda farklı bir değeri temsil eder.

Hayatımızda bu kadar yer etmiş kuşlar, dünyanın ilk hayvan hastanesini yaptırır bu toprakların insanına. Bursa’da yapılan Gurebahane-i Laklakan başta leylekler olmak üzere diğer kuşların da beslenme, tedavi edilme ve bakım hastanesidir. Ahmet Haşim, şunları söyler Gurebahane-i Laklakan’da : “ Bursa’da Haffaflar Çarşısı’nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malul hayvanların düşkünler yurdudur. Kanadı, bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar halkın sadakası ile yaşarlar. Haffaf esnafının aylıkla tuttuğu belki yüz yaşında, baktığı sakat leylekler kadar amelimanda bir ihtiyar, toplanan sadaka parasıyla her gün işkembeler alır, onları bu zavallı kuşlara dağıtırdı.”

Beyazıt Camii vakfiyesinde her yıl kuşlar için harcanmak üzere II. Beyazıt tarafından 30 altın lira yem parası tahsis edilmiştir.

Cami avlularının değişmez müdavimleri Yenicami’de, Beyazıt’ta, Fatih’te, Eyüp’te avuçlarımızın içinden yem yiyen ortaklarımızdır adeta.





Özgün bir mimari öğesinin dışında hayatımızın ve sanatımızın birçok alanına girmiş “kuş”  metaforunun yeni tasavvurlarla bizlere yeni nefesler aldırdığını  şairlerin imgeleminde buluruz. Ziya Osman Saba’nın Sebil ve Güvercinler şiirinde, sebilde içilen sudan güvercin hakkının hassasiyetini görüyoruz.

Çözülen bir demetten indiler birer birer,
Bırak, yorgun başları bu taşlarda uyusun.
Tutuşmuş ruhlarına bir damla gözyaşı sun,
Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler...

Nihayetsiz çöllerin üstünden hep beraber
Geçerken bulmadılar ne bir ot ne bir yosun,
Ürkmeden su içsinler yavaşça, susun, susun!
Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler...

Semahlarda, güvercinlerin kanat çırpışıyla Hacı Bektaş-ı Veli’nin Horasan’dan Anadolu’ya gelişi anlatılır. Hacı Bektaş-ı Veli’yi’ ve Hz. Ali’yi temsil eden turna, bize onlardan haber getirir şu güzel türküde :

İki turnam gelir başı çığalı
Eğlen turnam eğlen Ali misin sen?
Birisi Muhammed, birisi Ali
Yoksa Hacı Bektaş Veli misin sen? 

Karacaoğlan, “dünyanın faniliğini, ölümün kaçınılmazlığını, ahirete götürülebilecek tek sermayenin iman olduğunu” anlatmak için kırlangıca hitap eder. Kırlangıç bu şiirde “Kâbe‟yi imar eden İbrahim Halil‟e ve yuva yapan bir anneye” benzetilir:

“Behey kırlangıç nereden gelirsin?
 Hanı şimdi nettin Hind-ü Yemen'i
 Ötme garip bülbül ben de garibim
 Sen de bilir misin ahır zamanı?

 Beytullah'ı yapan İbrahim Halil
 Kadir Mevla'm beni eyleme melil
 Hakkın birliğine o da bir delil
 Sen de bilir misin vakt-ü zamanı?




İslam medeniyetinin ve varlığı tasavvur biçimimizin bir neticesi olarak insanın yüceliği ile birlikte diğer canlıların da hayatının değerli olduğu neticesi ortaya çıkıyor. Geleneksel İslam şehirleri hayvanların ve insanların iç içe yaşadıkları yerlerdi. Kuş evlerinin arkasında yatan fikir insanın merhamet duygusuyla birlikte farklı bir varlık anlayışının da göstergesidir. Bunlar kapsamlı bir İslam geleneğinin ve dünya görüşünün estetik parçalarıdır. Sözümüzün başında değinmeye çalıştığımız Taş medeniyeti ile Cam medeniyeti arasındaki ayrımın temelinde bu yatıyor. Suyun kaynağından uzaklaştıkça kirlendiğini varsayarak, eski olandan uzaklaştıkça da estetik ve merhamet duygumuzun bir türkünün dizesinde ya da şairin imgesinde kaldığını görüyoruz maalesef. Zamanın kirletemediği şairin gönül saflığı ince yüreğinden bir bağ kurar kuşların yüreğine. Gökyüzü kuşların hürmetine soluklanır bizimle. Kuş seslerinden bir hayat biçeriz kendimize; kötü hatıralardan uzak. Bekir Erdoğan’ın çağırdığı kuşlar, hayatı bir kez daha temize çeker gökyüzünün itirafıyla;

''Kuşlar gelsin hafız,
onlara dair kötü hatıraları yoktur gökyüzünün
onlar intihar nedir, ihanet nedir bilmezler''

Kuş seslerinden gayrı endişesi olmayan İbrahim Tenekeci’nin ;

''Bir yastık arıyorum kuş seslerinden
mühim değil sonrası''

dizeleri, şairin duygu dünyasının kuş örüntüsünü verir bize. Kuş sesleri dışındaki hayat beyhudeliktir adeta.
        
     "Gider kim sular fesleğenleri?"

Kuşlar nereye sığınır akşam olunca?''

deyince Ahmet Telli, kuşların evsizliğinden şikayet eder.

Can Yücel’in ;

                ''Bu dünya, yoruldu mu kuşlar konsun diyedir.''

söylemi, dünyayı bir kuş evi görme tasarımından başka nedir ki? Öyle ya! Dünya kuşların olsa yeryüzünün de kötü hatıraları olmazdı, bir kuşun yerie vurulmayı göze almazdı Sezai Karakoç.

Bırakalım kuşlarını alsın gitsin gök. Son yüzyılın kirli eli değmesin kuş seslerine. Kendi derinliğini, ufkunu ve köklerini kaybetmiş, insan için yardım elini uzatmayan, yapay birtakım hayvanseverlik gösterileriyle kendini avutmanın, eskinin ne kadar gerisinde olduğumuzu göstermesi açısından yeterlidir. İnsanın insan kurdu olduğu varsayımı, insanı hayvanın dostu olamayacağı sonucuna götürür. Zira insan insanın kurdu değil dostu olmalıdır.

Eşyanın hakikatini anlamaya yönelen,  gönül yuvasında aşkla mayalı bir dünya tasavvur eden algı, muhabbet ve merhamet üzerine ilişkiler kurar. Hakikat yolcusu Yunus’un bulduğu aşktır bu ;

        “Ballar balını buldum
 Kovanım yağma olsun” 

Bu, derinliğin, inceliğin, zerafetin ve insanlığın yol haritasını tarif eder bizlere. Kuş evlerinin, bakım evlerinin, hastanelerinin insan duygu ve dünyasında yer etmesi, insanın gönlünü ev etmesidir, hem insana hem hayvana.












Su kesildim, gökyüzüne bulut olmaya geldim
  Bulut oldum, toprağına yağmur olmaya geldim
      Yağmur oldum, rahmetine mazhar olmaya geldim
  Mazhar oldum, cemâlinde insan olmaya geldim

İnsan oldum yol içinde Mecnûn olmak istedim
 Mecnûn oldum çöl içinde Leylâ bulmak istedim
Leylâ buldum sır içinde SEN'i görme istedim   
       SEN'i gördüm Hak sözünde kendim bulmaya geldim

                                                        İsmet KANBER

3 Ağustos 2017 Perşembe

ŞEHRENGİZ






                                                             
 SOKAK LAMBASINDAN ŞEHİR IŞIKLARINA



                                                        İsmet Kanber 

Demir sokak direğinin tabağa benzeyen çinko çanağı, sarı ışıklı ampulüyle hep bana çocukluğumun en muzır anlarından birini hatırlatır. Zifiri gece karanlığının içinden süzülen baygın ışık, evimizin penceresinden odaya doğru hafif bir ışıklandırma vazifesi görürdü. Bu loş ışık altında kendimi güvende hissederdim. Gün ışıdığında lambanın hala yanıyor olması, boşa giden enerji duyarlılığımı pek uyandırmıyordu doğrusu. Yeter ki lamba hep yansındı. Ancak ampulün de bir ömrünün olduğunu düşünmezdim. Sokak lambası yanmadığında, gece lambasının evimizde olmaması beni tedirgin ederdi karanlık korkusuyla. İşte muzırlığım orda başlar yanmayan sokak lambasından kızgınlığımı çıkarır çinko çanağı taşa tutardım. Kimi zaman yanıma iki arkadaşımı da alır ampulü kırmakla birlikte çinko çanağı yara bere içinde bırakırdık; yenisi takılır ümidiyle.

İki bin iki yüz yirmi beş rakımlık Kurubaş Geçidi’nden Gürpınar Ovası’nı gece izlediğinizde en az benim lisedeki edebiyat öğretmenim kadar  heyecan duyardınız. Gürpınar’a tayin olmuş Öğretmenimin “Acaba Gürpınar nasıl bir yer?” merakı, gece Kurubaş Geçidi’nden geçerken cevabını bulmuştu bulmasına ama gündüz pek de keyfi kalmamıştı öğretmenimin. Gürpınar Ovası’nı rengarenk boylayan ışıklar, kocaman ve modern bir şehir görüntüsü sunar size gece vakti Kurubaş’tan. Ancak bu, güneş doğuncaya kadardır. O zamanlar üç bin nüfusluk, küçücük ve dağınık ilçe, ışıklarıyla hayli güzel ve büyük görünse de gerçeğin böyle olmadığı sabah anlaşılıyor hala.

Osman öğretmenimin hayalini süsleyen ışıklar onun için bir kabusa dönmüş olsa da benim lamba ışıklarıyla olan bağım hiç değişmedi. Ölmeye yatmış gecenin karanlığını delen ışıklar, sanki hayatın canlılığını anlatırdı bana. Köyün diğer ucunda ya da uzaktaki başka bir köyden görünen ışıklar, orada birilerinin var olduğu hissiyatıyla beni mutlu ederdi.






Sokağın iki yanına belli aralıklarla dikilen lambalar benimle büyüdüler. Ben büyüdükçe lambalar çoğaldı. Lambalar çoğaldıkça şehirler büyüdü.

Modernizmin bize unutturduğu sokak ve insan ilişkisi, hatırlandıkça her birimize derinden bir ahh! çektirir. Koca metropollerde yalnızlaşan insan, eskiye dair ufak bir detayın özlemiyle geçmişine sığınır. Şehirlerin eskiye dair hatıraları daha bir anlam kazanır zannımca. Gece bekçilerinin düdük sesiyle uyananlar güven tazelerdi adeta. Şüphelerimizi ve korkularımızı yenen ışıklar da vardı tabi. Bekçilerin düdük sesiyle başka bir manaya bürünürdü; “siz rahat olun biz burdayız” dercesine.

Gaz lambasından sokak lambalarına ordan modern şehir ışıklandırmalarına…

Bir serüveni var şehir ışıklarının. Antakya’nın Herod Caddesi’nde meşalelerle aydınlatılan gece, Gaz Lambası’yla aydınlatılan Kurtuba’ya uzanır. Oradan Lyon’daki İmperiale Caddesi’ne renk verir Ark Lambaları. Ve 1910’lu yıllarda Üsküdar, Kadıköy sokaklarını süsleyen binlerce sokak fenerleri…

Zaman uzuyor ışıkla beraber. Lambalar yayılıyor her yanıma. Gece gökyüzüne uzayan binalar çarpıyor her taraftan. Işıklar sınırsız. Renklerin dansına şahit her on ikisi gece saatlerinin. Bekçiler yok, yapayalnız ışıklar ve lambalar.

Karanlığın  boynuna gerdanlık dizili. Süslü bir sessizlik akıyor tepelerden. Yoksa nasıl  bir dizeye dönerdi şairin şiirinde lambaların sessizliği?

                     “Sokak lambalarının sessiz ışıkları süslüyor
                      Geceyi, tepeleri ve caddeleri”

                                                                   (Cesare Pavese)

Sessizliğin adıdır lambalar. Işıklar tenhaya tutkun birer imge. Yalnızların sır kapısıdır. Sevgilinin eli bir başka sıcak geceye ışık vurunca.
Köyler, kasabalar, şehirler…





Medeniyetin aynasında bir başka tarif yapar ışıklar üzerinden. Geceye, karanlığa yazılmış şehrin dilidir ışıklar. Caddeler uzadıkça uzar, nehirler renkli akar, denizler perde perde dalgalanır yakamozlarla.
 Sevgiliye mecbur kalmış Attila İlhan’ın
                           …
                         “Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
                          Sokak Lambaları birden yanıyor
                          Kaldırımlarda yağmur kokusu”
                          …
şiirinde parçalanan bulutlarla, kaldırımdaki yağmur kokusu arasında birden yanan sokak lambaları, anlamlı bir imgeye dönüşür.
“Sisler Bulvarı” şiirinde ise sıtmaya tutulmuş bir sokak lambasının öksürük seslerini duyumsatır bize. Yürüyen bulutlara lambaların öksürük sesleri eşlik eder.
                         …
                         “Sisler Bulvarı’nda seni kaybettim
                          Sokak lambaları öksürüyordu
                          Yukarda bulutlar yürüyordu”




                          …
Yeri gelir gecenin bir vakti sokağa atılmış çocuğun kimsesizliğini anlatır lambalar. Sokakta bir lamba gibi yaşamak şairin yalnızlığının ifadesine dönüşür. Bir damla gibi yalnız, bir gece sesi gibi tek…
                              …
                             “Yaşamak bir sokak lambası gibi
                              Bir gece evden atılmış bir çocuk sanki
                              Tek bir damla tek bir ses gibi
                              Aklıma düşüyor”
                              …
                                                                  (Cahit Zarifoğlu)
Bir başka şiirinde Zarifoğlu;
                            
                             “Bakıyorsun kuşlar
                               Hazır
                               Sokak lambaları yanık unutulmuş”

dizeleriyle, çocukluğumda gündüz yanmaya devam eden lambanın sebebini hatırlatır bize. Aynı zamanda kuşların mesken tuttuğu yer mi bir lambanın varlığı? Neden olmasın? Sokağa atılan çocuğun yalnızlığına kim şahitlik edebilir bir lamba kadar?

Şükrü Erbaş’ı dinleyelim;
                              
                               …
                             “Bütün ışıklar yalnızlık yanar
                              Bir çocuk tenha
                              Şarkılar söylerse uzaklara kaybolur”

Bir lambanın içinden geceye bakmak ya da hayatı okumak bir lambanın ışığından…

Neden bu kadar bütünleşir bir lamba çocukla? Herkes zehrini geceye mi döker? Çocuğun masumiyetini ışığa sermek midir şairin yaptığı. Tenha bir çocuk, uzaklara kaybolan şarkılar söyler yanan geceye.

Ben büyüdükçe büyüdü lambalar, büyüdü ışıklar, büyüdü renkler…

Teknolojik aklın cevheriyle süslendi sokaklar. Yalnızlığını süredursun yalnız lambalar. Şehirler ışık akıyor. Led teknolojisinin galebe çaldığı ışıklar şavaşında şairin imgeleminde kaldı gece bekçisine yarenlik edenler. Her yerden ışık sağanağı. Sel olur bazen köprülerden. Mahyalardan bir başka manaya evrilir ışıklar. Şehirlere kan pompalar. Rengarenk, pırıl pırıl yaşam dolu…

Gece beyaz bir örtü sanki. Işıklarla yıkanıyor herkes, akşamsefaları ışıklarla buğulanıyor. Gökyüzünün tavanına asılı lambalar yıldızlara meydan okuyor. Gece o kadar beyaz ki mezarlarında uyuyanlar nurlanıyor.

                                “Mezarlar bol ışık altında o kadar beyaz idiler ki
                                 Bir damla kan yeterdi onları canlandırmaya”

derken Edip Cansever, sokağın damarlarına ışıktan hayat müjdesi verir. Unutmanın uzağında kalır gece. Herkes yatağını serecek bir yer bulur gümüş sokaklarda.






Sokakları, kaldırımları okurken Necip Fazıl’dan, bir lamba arar içimizdeki korku.

                                  İçimde damla damla bir korku birikiyor;
                                  Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler…

Kaldırımların kara sevdalı eşi, kimsesiz bir sokak ortasında iki yanından akacak sel gibi fenerlerden kaçıp karanlığa sığınır. Esrarlı sokakta can vermeyi hayal eder. Bir başka şiirinde;

                                 “Sokak lambası gibi
                                  Olma ey yâr…
                                  Kime yandığın belli olsun” der.
                                                                        (Necip Fazıl Kısakürek)

Bir sitem mi var? Sevgilinin kime yanacağı belli olsun da sokak lambasının gönlünü herkese kaptırdığı ne malum?

Sevda yağar kış gecelerinde. Yağan kar değildir, lambaya sevdalanmış berekettir lapa lapa. Sokağın gelinidir sokak lambası. Başından dökülen damadın çerezidir kar taneleri…

Gecenin sırrına ortaktır lambalar. Varlığından habersiz belki. Sokağın gizemini aralarken kendisi sır oldu. O, sokağın çocuğudur; kimsesizdir, hep öyle fukara…

Onlar yalnızca ışık değil; umuttur, hayattır, renk renk teldir geceye.

Sığınaktır bir şairin gönlüne, imgesidir şiirin.

Çocukluğumun hatırası, büyüklüğümün cadde ve sokaklarında boy veriyor. “Kar”ın yağışını lamba ışıkları altında izlemek bir başka güzel. Yağmur bir başka bereketli… Sevgiliyle bir lamba ışığı altında sevgiyi temize çekmek bir başka derin.


Gaz lambasında fitil olmak bir başka yanmak, bir başkadır sokak lambasıyla sırdaş olmak.