4 Ağustos 2017 Cuma

ŞEHRENGİZ






ZERAFET ve MERHAMET SARAYLARI :  KUŞ EVLERİ
                                                                                                                                                                                                                                                                                                         İsmet Kanber

"İnsanın cümle yaratılmışla dengede, sevgi ilişkisinde olması günümüzde her zamankinden daha önemliyken, bunca sevgisizliğe, bunca yalnızlığa, bunca yabancılaşmaya itilişimiz neden? Hiçbir çıkar gözetmeksizin, yalnızca karşısındakini korumak isteğinden doğan 'Kuş Evleri' üzerinde düşünmek bize kimi unuttuklarımızı anımsatabilir." diyor "Kuş Evleri" kitabının sunu kısmında Cengiz Bektaş. Haklılığı pekâla ortada. Taş medeniyetinden cam medeniyetine doğru ilerleyen(!) insanlık, geleceğe yalnızlık, yabancılaşma, zevsizlik, kabalaşma, merhametsizlik, duyarsızlık gibi yeni miraslar bırakıyor. İnsanın doğaya tek başına sahiplenme isteği ve mücadelesi, diğer canlılara dengede yaşama duygusunu kaybetmesi bu tahribatın ve yozlaşmanın ev belirgin örnekleridir.



Medeniyet, hayatın bütün alanlarını kuşatan inceliklerin tezahürüdür. İnsanın, eşyanın ve evrenin bir bütün halinde algılandığı; yaşam alanlarının insanı yücelten bir anlayışla tezyin edildiği örneğini bize veren “kuş evleri”, insanla diğer varlıkların birlikte yaşama modellerinin en güzel örneklerinden biri olarak karşımızda durmaktadır.




Eşyanın da bir canı olduğunu, eşyayı rahatsız etmenin de Tanrı'nın hatrını incittiğini varsayan bir algının, dünyanın dönmesi karşılığında "kuş evleri"ni medeniyet ölçeğinde nereye oturttuğunu iyi irdelemek gerekir. Üstü küllenen, unutulan, harap edilen medeniyetin bu ince sütunları, sevgisizliğin ve unutkanlığın gölgesi altında nasıl yeni bir duyuş ve hissiyatın konusu olacaktır? Kuşkusuz sadece mimarî bir öge değil. Onun ötesinde bir şey var. İnsanın varlık ve evren karşısındaki duruşunu yeniden düşünmesi, insani eşya ve diğer canlılar arasındaki ilişkiyi gözden geçirmesi bu duyuş ve hissiyatın önceliği olmalıdır.
   Genelde Doğu, özelde İslam medeniyetine baktığımızda insan ve evren ilişkileri estetik değerler üzerine kuruludur. Burada tabiatın dilini anlama söz konusudur. İnsanın tabiatı işlerken eşyaya hükmetmediği gibi ona esir olma anlayışı yoktur. Binaları inşa ederken, şehirleri kurarken diğer canlıların yaşam alanlarını da düşünme kaygısı, önemli bir medeni tarz, estetik ve merhamet unsuru olarak somutlaşır. Kuş sarayı, serçe sarayı ya da kuş köşkü denilen bu zarif minyatür evler, cami, medrese, türbe duvarlarına nakşedilmiştir.

 Mimarimizin bu zarif anlayışının temelinde medeniyetimizin kuşlarla ilgili hassasiyeti yatıyor. Kültürümüzde kuşlar kanatlarıyla yer ve gök arasında rahatça uçabildikleri için ilahi kudrete sahip mukaddes varlıklar olarak algılanmıştır. Masallara göre Kaf Dağı’nda yaşayan yarı insan yarı kartal biçimli Zümrüd-ü Anka kuşların başı olarak efsaneleşmiştir. Leylek kuşların şeyhidir. Halk arasında “Hacca giderken camileri ziyaret eder, oradan dönerken Kabe’yi tavaf eder.” rivayeti dolaşır.

İslam inancına göre saflık, temizlik, barış ve kardeşliğin sembolü olan güvercin, Hristiyanlıkta Ruh-ül Kudüs’ü temsil etmektedir. Hz. Muhammed’in Sevr Mağarası’nda saklanırken güvercinin Mağaranın kapısına yuva yaptığı böylece peygamberimizi müşriklerden koruduğu inancı yaygındır. Güvercin, aynı zamanda Nuh Tufanı’nın da müjdecisidir. Yine bir başka efsaneye göre, Hz. Süley­man Tekke-i Mürgan’ı (kuşlar tekke­si) kurmuş, dünyanın her yerinden yılda bir defa gelen güvercinler, bir hafta süreyle bu tekkede beslenmiş, ötüşmüş ve Süleyman Peygamber’e dua edip dağılmışlardır. Kumruların “hu hu” diye başını eğerek ötüşmeleri halk arasında Allah’ı
zikrettiği kanaatini uyandırmış ve kutsallık kazanmıştır. Hüdhüd kuşunun aileye bağlılığın sembolü olduğu ve öldürülmesinin yasaklanmış olduğu söylenir. İnancımızda ve halk arasındaki bu kanaatler merhamet duygusuyla birleşerek zamanla estetik bir zevke ve mimarî yapılara dönüşür.






Kuşlara ev yapmak ancak ve ancak merhamet duygusuyla açıklanabilir. Modern dünyanın yeniden tasarladığı yaşam biçimi,  yapay bir kültürle birlikte sahte bir süs sunar bizlere. Çarpık ve insanı boğan kentleşme, hayvanat bahçeleri, plastik ağaçlar, yapay kuş cennetleri… Cila çekilmiş ruhsuz yapılar, mimarî yapılar adı altında sunulmakta. Camdan, plastikten ve demirden imal soğuk ve itici yapılardan kafamızı kaldırıp eskiye baktığımızda bizi içine çeken, mana yüklü kimlik ve estetikle birlikte hayatın ince detaylarını bizlere sunan yapılar; sevginin, hamiyetin, zerafetin, kendisi dışında başkasının yaşam hakkına saygı duyuşun tezahürü olabilirler.

Kuş evlerinin medeniyetimizde bu kadar yer bulmasının altında sadece kuşların barınma ihtiyacı olduğu söylenemez. Bunun yanında bir gönül medeniyetinden söz edebiliriz. Kuş merhamettir, inceliktir, barıştır, sevgidir, özgürlüktür, zenginliktir, berekettir…

Kuşlar selam getirendir, sıladan haber verendir.

Müjdeleyicidir, kısmettir, aşktır.

Kuşlar hasrettir, dert ortağı, sevgi ortağıdır,

Hazreti İbrahim’in ateşte yanmasına razı olmayan üveyiktir.

Aşığın yakarışıdır, güle meftun bülbüldür.

Kuşlar türküdür, şiirdir, şairin gönlünde candır.





Hazreti Süleyman’dan Feridüddin-i Attar’a, Yunus Emre’den Fuzuli’ye, Mevlana’dan Feqiyê Teyran’a kuşların insan tahayyülünde yarattığı mana kendini farklı duygu, his ve sembollerle gösterir.
                                
                               “Seherde ağlayan bülbül
                                Sen ağlama ben ağlayım”

diyen bir algı, bülbülle dert ortaklığını dile getirir.

Kuşlar gönül evimizin misafirleridir. Fuzuli’nin “Aşiyan-ı murg-ı dil zülf-i perişanundadur” deyişi, bu bütünlüğün ince bir ifadesidir.
Yunus Emre’nin ;
                               “Süleyman kuşdilin bilir dediler
                                Süleyman var Süleyman’dan içeri”

dizeleri, kuşlarla bizler arasındaki derin dilin şifrelerini verir.




Kuşlara ev yapacak kadar incelmenin tezahürleri çok farklıdır kültürümüzde. İnancımızda, türkülerimizde, şiirlerimizde, kilim motiflerimizde, dinî kıssalarımızda, ekinimizde, isimlerimizde, semahlarımızda, ilahilerimizde kuş figürünü görürüz. Hayatımızla bu kadar bütünleşmiş bu nazenin varlıklar, köyünden kentine herkesin hafızasında bir motif olarak yer etmiştir. Turnalar sılaya haber götürür. Kuran'ı Kerim'de kuşların diziz dizi Allah'ı zikrettiklerinden söz edilirken bir ibret vesikasına işaret edilir. Tarlaya ekilen buğdayda kuşun hakkı vardır. Çifte kumrular, sevdanın sevdalılar arasındaki sembolüdür. Leylek, şahin, serçe, keklik, kuzgun, karga, çulluk, sığırcık... Her biri anlam dünyamızda farklı bir değeri temsil eder.

Hayatımızda bu kadar yer etmiş kuşlar, dünyanın ilk hayvan hastanesini yaptırır bu toprakların insanına. Bursa’da yapılan Gurebahane-i Laklakan başta leylekler olmak üzere diğer kuşların da beslenme, tedavi edilme ve bakım hastanesidir. Ahmet Haşim, şunları söyler Gurebahane-i Laklakan’da : “ Bursa’da Haffaflar Çarşısı’nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malul hayvanların düşkünler yurdudur. Kanadı, bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar halkın sadakası ile yaşarlar. Haffaf esnafının aylıkla tuttuğu belki yüz yaşında, baktığı sakat leylekler kadar amelimanda bir ihtiyar, toplanan sadaka parasıyla her gün işkembeler alır, onları bu zavallı kuşlara dağıtırdı.”

Beyazıt Camii vakfiyesinde her yıl kuşlar için harcanmak üzere II. Beyazıt tarafından 30 altın lira yem parası tahsis edilmiştir.

Cami avlularının değişmez müdavimleri Yenicami’de, Beyazıt’ta, Fatih’te, Eyüp’te avuçlarımızın içinden yem yiyen ortaklarımızdır adeta.





Özgün bir mimari öğesinin dışında hayatımızın ve sanatımızın birçok alanına girmiş “kuş”  metaforunun yeni tasavvurlarla bizlere yeni nefesler aldırdığını  şairlerin imgeleminde buluruz. Ziya Osman Saba’nın Sebil ve Güvercinler şiirinde, sebilde içilen sudan güvercin hakkının hassasiyetini görüyoruz.

Çözülen bir demetten indiler birer birer,
Bırak, yorgun başları bu taşlarda uyusun.
Tutuşmuş ruhlarına bir damla gözyaşı sun,
Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler...

Nihayetsiz çöllerin üstünden hep beraber
Geçerken bulmadılar ne bir ot ne bir yosun,
Ürkmeden su içsinler yavaşça, susun, susun!
Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler...

Semahlarda, güvercinlerin kanat çırpışıyla Hacı Bektaş-ı Veli’nin Horasan’dan Anadolu’ya gelişi anlatılır. Hacı Bektaş-ı Veli’yi’ ve Hz. Ali’yi temsil eden turna, bize onlardan haber getirir şu güzel türküde :

İki turnam gelir başı çığalı
Eğlen turnam eğlen Ali misin sen?
Birisi Muhammed, birisi Ali
Yoksa Hacı Bektaş Veli misin sen? 

Karacaoğlan, “dünyanın faniliğini, ölümün kaçınılmazlığını, ahirete götürülebilecek tek sermayenin iman olduğunu” anlatmak için kırlangıca hitap eder. Kırlangıç bu şiirde “Kâbe‟yi imar eden İbrahim Halil‟e ve yuva yapan bir anneye” benzetilir:

“Behey kırlangıç nereden gelirsin?
 Hanı şimdi nettin Hind-ü Yemen'i
 Ötme garip bülbül ben de garibim
 Sen de bilir misin ahır zamanı?

 Beytullah'ı yapan İbrahim Halil
 Kadir Mevla'm beni eyleme melil
 Hakkın birliğine o da bir delil
 Sen de bilir misin vakt-ü zamanı?




İslam medeniyetinin ve varlığı tasavvur biçimimizin bir neticesi olarak insanın yüceliği ile birlikte diğer canlıların da hayatının değerli olduğu neticesi ortaya çıkıyor. Geleneksel İslam şehirleri hayvanların ve insanların iç içe yaşadıkları yerlerdi. Kuş evlerinin arkasında yatan fikir insanın merhamet duygusuyla birlikte farklı bir varlık anlayışının da göstergesidir. Bunlar kapsamlı bir İslam geleneğinin ve dünya görüşünün estetik parçalarıdır. Sözümüzün başında değinmeye çalıştığımız Taş medeniyeti ile Cam medeniyeti arasındaki ayrımın temelinde bu yatıyor. Suyun kaynağından uzaklaştıkça kirlendiğini varsayarak, eski olandan uzaklaştıkça da estetik ve merhamet duygumuzun bir türkünün dizesinde ya da şairin imgesinde kaldığını görüyoruz maalesef. Zamanın kirletemediği şairin gönül saflığı ince yüreğinden bir bağ kurar kuşların yüreğine. Gökyüzü kuşların hürmetine soluklanır bizimle. Kuş seslerinden bir hayat biçeriz kendimize; kötü hatıralardan uzak. Bekir Erdoğan’ın çağırdığı kuşlar, hayatı bir kez daha temize çeker gökyüzünün itirafıyla;

''Kuşlar gelsin hafız,
onlara dair kötü hatıraları yoktur gökyüzünün
onlar intihar nedir, ihanet nedir bilmezler''

Kuş seslerinden gayrı endişesi olmayan İbrahim Tenekeci’nin ;

''Bir yastık arıyorum kuş seslerinden
mühim değil sonrası''

dizeleri, şairin duygu dünyasının kuş örüntüsünü verir bize. Kuş sesleri dışındaki hayat beyhudeliktir adeta.
        
     "Gider kim sular fesleğenleri?"

Kuşlar nereye sığınır akşam olunca?''

deyince Ahmet Telli, kuşların evsizliğinden şikayet eder.

Can Yücel’in ;

                ''Bu dünya, yoruldu mu kuşlar konsun diyedir.''

söylemi, dünyayı bir kuş evi görme tasarımından başka nedir ki? Öyle ya! Dünya kuşların olsa yeryüzünün de kötü hatıraları olmazdı, bir kuşun yerie vurulmayı göze almazdı Sezai Karakoç.

Bırakalım kuşlarını alsın gitsin gök. Son yüzyılın kirli eli değmesin kuş seslerine. Kendi derinliğini, ufkunu ve köklerini kaybetmiş, insan için yardım elini uzatmayan, yapay birtakım hayvanseverlik gösterileriyle kendini avutmanın, eskinin ne kadar gerisinde olduğumuzu göstermesi açısından yeterlidir. İnsanın insan kurdu olduğu varsayımı, insanı hayvanın dostu olamayacağı sonucuna götürür. Zira insan insanın kurdu değil dostu olmalıdır.

Eşyanın hakikatini anlamaya yönelen,  gönül yuvasında aşkla mayalı bir dünya tasavvur eden algı, muhabbet ve merhamet üzerine ilişkiler kurar. Hakikat yolcusu Yunus’un bulduğu aşktır bu ;

        “Ballar balını buldum
 Kovanım yağma olsun” 

Bu, derinliğin, inceliğin, zerafetin ve insanlığın yol haritasını tarif eder bizlere. Kuş evlerinin, bakım evlerinin, hastanelerinin insan duygu ve dünyasında yer etmesi, insanın gönlünü ev etmesidir, hem insana hem hayvana.










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder