ZERAFET ve MERHAMET SARAYLARI : KUŞ EVLERİ
İsmet Kanber
"İnsanın cümle yaratılmışla dengede, sevgi ilişkisinde olması günümüzde her zamankinden daha önemliyken, bunca sevgisizliğe, bunca yalnızlığa, bunca yabancılaşmaya itilişimiz neden? Hiçbir çıkar gözetmeksizin, yalnızca karşısındakini korumak isteğinden doğan 'Kuş Evleri' üzerinde düşünmek bize kimi unuttuklarımızı anımsatabilir." diyor "Kuş Evleri" kitabının sunu kısmında Cengiz Bektaş. Haklılığı pekâla ortada. Taş medeniyetinden cam medeniyetine doğru ilerleyen(!) insanlık, geleceğe yalnızlık, yabancılaşma, zevsizlik, kabalaşma, merhametsizlik, duyarsızlık gibi yeni miraslar bırakıyor. İnsanın doğaya tek başına sahiplenme isteği ve mücadelesi, diğer canlılara dengede yaşama duygusunu kaybetmesi bu tahribatın ve yozlaşmanın ev belirgin örnekleridir.
Medeniyet, hayatın bütün
alanlarını kuşatan inceliklerin tezahürüdür. İnsanın, eşyanın ve evrenin bir
bütün halinde algılandığı; yaşam alanlarının insanı yücelten bir anlayışla
tezyin edildiği örneğini bize veren “kuş evleri”, insanla diğer varlıkların
birlikte yaşama modellerinin en güzel örneklerinden biri olarak karşımızda
durmaktadır.
Eşyanın da bir canı olduğunu, eşyayı rahatsız etmenin de Tanrı'nın hatrını incittiğini varsayan bir algının, dünyanın dönmesi karşılığında "kuş evleri"ni medeniyet ölçeğinde nereye oturttuğunu iyi irdelemek gerekir. Üstü küllenen, unutulan, harap edilen medeniyetin bu ince sütunları, sevgisizliğin ve unutkanlığın gölgesi altında nasıl yeni bir duyuş ve hissiyatın konusu olacaktır? Kuşkusuz sadece mimarî bir öge değil. Onun ötesinde bir şey var. İnsanın varlık ve evren karşısındaki duruşunu yeniden düşünmesi, insani eşya ve diğer canlılar arasındaki ilişkiyi gözden geçirmesi bu duyuş ve hissiyatın önceliği olmalıdır.
Genelde Doğu, özelde İslam medeniyetine baktığımızda insan ve evren ilişkileri estetik değerler üzerine kuruludur. Burada tabiatın dilini anlama söz konusudur. İnsanın tabiatı işlerken eşyaya hükmetmediği gibi ona esir olma anlayışı yoktur. Binaları inşa ederken, şehirleri kurarken diğer canlıların yaşam alanlarını da düşünme kaygısı, önemli bir medeni tarz, estetik ve merhamet unsuru olarak somutlaşır. Kuş sarayı, serçe sarayı ya da kuş köşkü denilen bu zarif minyatür evler, cami, medrese, türbe duvarlarına nakşedilmiştir.
Mimarimizin bu zarif anlayışının temelinde medeniyetimizin kuşlarla ilgili hassasiyeti yatıyor. Kültürümüzde kuşlar kanatlarıyla yer ve gök arasında rahatça uçabildikleri için ilahi kudrete sahip mukaddes varlıklar olarak algılanmıştır. Masallara göre Kaf Dağı’nda yaşayan yarı insan yarı kartal biçimli Zümrüd-ü Anka kuşların başı olarak efsaneleşmiştir. Leylek kuşların şeyhidir. Halk arasında “Hacca giderken camileri ziyaret eder, oradan dönerken Kabe’yi tavaf eder.” rivayeti dolaşır.
Genelde Doğu, özelde İslam medeniyetine baktığımızda insan ve evren ilişkileri estetik değerler üzerine kuruludur. Burada tabiatın dilini anlama söz konusudur. İnsanın tabiatı işlerken eşyaya hükmetmediği gibi ona esir olma anlayışı yoktur. Binaları inşa ederken, şehirleri kurarken diğer canlıların yaşam alanlarını da düşünme kaygısı, önemli bir medeni tarz, estetik ve merhamet unsuru olarak somutlaşır. Kuş sarayı, serçe sarayı ya da kuş köşkü denilen bu zarif minyatür evler, cami, medrese, türbe duvarlarına nakşedilmiştir.
Mimarimizin bu zarif anlayışının temelinde medeniyetimizin kuşlarla ilgili hassasiyeti yatıyor. Kültürümüzde kuşlar kanatlarıyla yer ve gök arasında rahatça uçabildikleri için ilahi kudrete sahip mukaddes varlıklar olarak algılanmıştır. Masallara göre Kaf Dağı’nda yaşayan yarı insan yarı kartal biçimli Zümrüd-ü Anka kuşların başı olarak efsaneleşmiştir. Leylek kuşların şeyhidir. Halk arasında “Hacca giderken camileri ziyaret eder, oradan dönerken Kabe’yi tavaf eder.” rivayeti dolaşır.
İslam inancına göre saflık,
temizlik, barış ve kardeşliğin sembolü olan güvercin, Hristiyanlıkta Ruh-ül
Kudüs’ü temsil etmektedir. Hz. Muhammed’in Sevr Mağarası’nda saklanırken
güvercinin Mağaranın kapısına yuva yaptığı böylece peygamberimizi müşriklerden
koruduğu inancı yaygındır. Güvercin, aynı zamanda Nuh Tufanı’nın da
müjdecisidir. Yine bir başka efsaneye göre, Hz. Süleyman Tekke-i Mürgan’ı
(kuşlar tekkesi) kurmuş, dünyanın her yerinden yılda bir defa gelen
güvercinler, bir hafta süreyle bu tekkede beslenmiş, ötüşmüş ve Süleyman
Peygamber’e dua edip dağılmışlardır. Kumruların “hu hu” diye başını eğerek
ötüşmeleri halk arasında Allah’ı
zikrettiği kanaatini uyandırmış ve kutsallık
kazanmıştır. Hüdhüd kuşunun aileye bağlılığın sembolü olduğu ve öldürülmesinin
yasaklanmış olduğu söylenir. İnancımızda ve halk arasındaki bu kanaatler
merhamet duygusuyla birleşerek zamanla estetik bir zevke ve mimarî yapılara
dönüşür.
Kuşlara ev yapmak ancak ve ancak merhamet duygusuyla
açıklanabilir. Modern dünyanın yeniden tasarladığı yaşam biçimi, yapay bir kültürle birlikte sahte bir süs
sunar bizlere. Çarpık ve insanı boğan kentleşme, hayvanat bahçeleri, plastik
ağaçlar, yapay kuş cennetleri… Cila çekilmiş ruhsuz yapılar, mimarî yapılar adı
altında sunulmakta. Camdan, plastikten ve demirden imal soğuk ve itici
yapılardan kafamızı kaldırıp eskiye baktığımızda bizi içine çeken, mana yüklü
kimlik ve estetikle birlikte hayatın ince detaylarını bizlere sunan yapılar; sevginin,
hamiyetin, zerafetin, kendisi dışında başkasının yaşam hakkına saygı duyuşun
tezahürü olabilirler.
Kuş evlerinin medeniyetimizde bu
kadar yer bulmasının altında sadece kuşların barınma ihtiyacı olduğu söylenemez.
Bunun yanında bir gönül medeniyetinden söz edebiliriz. Kuş merhamettir,
inceliktir, barıştır, sevgidir, özgürlüktür, zenginliktir, berekettir…
Kuşlar selam getirendir, sıladan
haber verendir.
Müjdeleyicidir, kısmettir,
aşktır.
Kuşlar hasrettir, dert ortağı,
sevgi ortağıdır,
Hazreti İbrahim’in ateşte
yanmasına razı olmayan üveyiktir.
Aşığın yakarışıdır, güle meftun
bülbüldür.
Kuşlar türküdür, şiirdir, şairin
gönlünde candır.
Hazreti Süleyman’dan Feridüddin-i
Attar’a, Yunus Emre’den Fuzuli’ye, Mevlana’dan Feqiyê Teyran’a kuşların insan
tahayyülünde yarattığı mana kendini farklı duygu, his ve sembollerle gösterir.
“Seherde ağlayan bülbül
Sen ağlama ben ağlayım”
diyen bir algı, bülbülle dert ortaklığını dile getirir.
diyen bir algı, bülbülle dert ortaklığını dile getirir.
Kuşlar gönül evimizin
misafirleridir. Fuzuli’nin “Aşiyan-ı murg-ı dil zülf-i perişanundadur” deyişi,
bu bütünlüğün ince bir ifadesidir.
Yunus Emre’nin ;
“Süleyman
kuşdilin bilir dediler
Süleyman var Süleyman’dan içeri”
Kuşlara ev yapacak kadar incelmenin tezahürleri çok farklıdır kültürümüzde. İnancımızda, türkülerimizde, şiirlerimizde, kilim motiflerimizde, dinî kıssalarımızda, ekinimizde, isimlerimizde, semahlarımızda, ilahilerimizde kuş figürünü görürüz. Hayatımızla bu kadar bütünleşmiş bu nazenin varlıklar, köyünden kentine herkesin hafızasında bir motif olarak yer etmiştir. Turnalar sılaya haber götürür. Kuran'ı Kerim'de kuşların diziz dizi Allah'ı zikrettiklerinden söz edilirken bir ibret vesikasına işaret edilir. Tarlaya ekilen buğdayda kuşun hakkı vardır. Çifte kumrular, sevdanın sevdalılar arasındaki sembolüdür. Leylek, şahin, serçe, keklik, kuzgun, karga, çulluk, sığırcık... Her biri anlam dünyamızda farklı bir değeri temsil eder.
Hayatımızda bu kadar yer etmiş kuşlar, dünyanın ilk hayvan hastanesini yaptırır bu toprakların insanına. Bursa’da yapılan Gurebahane-i Laklakan başta leylekler olmak üzere diğer kuşların da beslenme, tedavi edilme ve bakım hastanesidir. Ahmet Haşim, şunları söyler Gurebahane-i Laklakan’da : “ Bursa’da Haffaflar Çarşısı’nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malul hayvanların düşkünler yurdudur. Kanadı, bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar halkın sadakası ile yaşarlar. Haffaf esnafının aylıkla tuttuğu belki yüz yaşında, baktığı sakat leylekler kadar amelimanda bir ihtiyar, toplanan sadaka parasıyla her gün işkembeler alır, onları bu zavallı kuşlara dağıtırdı.”
Hayatımızda bu kadar yer etmiş kuşlar, dünyanın ilk hayvan hastanesini yaptırır bu toprakların insanına. Bursa’da yapılan Gurebahane-i Laklakan başta leylekler olmak üzere diğer kuşların da beslenme, tedavi edilme ve bakım hastanesidir. Ahmet Haşim, şunları söyler Gurebahane-i Laklakan’da : “ Bursa’da Haffaflar Çarşısı’nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malul hayvanların düşkünler yurdudur. Kanadı, bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar halkın sadakası ile yaşarlar. Haffaf esnafının aylıkla tuttuğu belki yüz yaşında, baktığı sakat leylekler kadar amelimanda bir ihtiyar, toplanan sadaka parasıyla her gün işkembeler alır, onları bu zavallı kuşlara dağıtırdı.”
Beyazıt Camii vakfiyesinde her
yıl kuşlar için harcanmak üzere II. Beyazıt tarafından 30 altın lira yem parası
tahsis edilmiştir.
Cami avlularının değişmez
müdavimleri Yenicami’de, Beyazıt’ta, Fatih’te, Eyüp’te avuçlarımızın içinden
yem yiyen ortaklarımızdır adeta.
Özgün bir mimari öğesinin dışında
hayatımızın ve sanatımızın birçok alanına girmiş “kuş” metaforunun yeni tasavvurlarla bizlere yeni
nefesler aldırdığını şairlerin
imgeleminde buluruz. Ziya Osman Saba’nın Sebil ve Güvercinler şiirinde, sebilde
içilen sudan güvercin hakkının hassasiyetini görüyoruz.
Çözülen bir
demetten indiler birer birer,
Bırak, yorgun
başları bu taşlarda uyusun.
Tutuşmuş
ruhlarına bir damla gözyaşı sun,
Bir sebile
döküldü bembeyaz güvercinler...
Nihayetsiz
çöllerin üstünden hep beraber
Geçerken
bulmadılar ne bir ot ne bir yosun,
Ürkmeden su
içsinler yavaşça, susun, susun!
Bir sebile
döküldü bembeyaz güvercinler...
…
Semahlarda, güvercinlerin kanat
çırpışıyla Hacı Bektaş-ı Veli’nin Horasan’dan Anadolu’ya gelişi anlatılır. Hacı
Bektaş-ı Veli’yi’ ve Hz. Ali’yi temsil eden turna, bize onlardan haber getirir
şu güzel türküde :
İki turnam gelir başı
çığalı
Eğlen turnam eğlen Ali
misin sen?
Birisi Muhammed, birisi
Ali
Yoksa Hacı Bektaş Veli
misin sen?
Karacaoğlan, “dünyanın faniliğini,
ölümün kaçınılmazlığını, ahirete götürülebilecek tek sermayenin iman olduğunu”
anlatmak için kırlangıca hitap eder. Kırlangıç bu şiirde “Kâbe‟yi imar eden
İbrahim Halil‟e ve yuva yapan bir anneye” benzetilir:
“Behey
kırlangıç nereden gelirsin?
Hanı şimdi nettin Hind-ü Yemen'i
Ötme garip bülbül ben de garibim
Sen de bilir misin ahır zamanı?
Beytullah'ı yapan İbrahim Halil
Kadir Mevla'm beni eyleme melil
Hakkın birliğine o da bir delil
Hakkın birliğine o da bir delil
İslam medeniyetinin ve varlığı
tasavvur biçimimizin bir neticesi olarak insanın yüceliği ile birlikte diğer
canlıların da hayatının değerli olduğu neticesi ortaya çıkıyor. Geleneksel
İslam şehirleri hayvanların ve insanların iç içe yaşadıkları yerlerdi. Kuş evlerinin
arkasında yatan fikir insanın merhamet duygusuyla birlikte farklı bir varlık
anlayışının da göstergesidir. Bunlar kapsamlı bir İslam geleneğinin ve dünya
görüşünün estetik parçalarıdır. Sözümüzün başında değinmeye çalıştığımız Taş
medeniyeti ile Cam medeniyeti arasındaki ayrımın temelinde bu yatıyor. Suyun
kaynağından uzaklaştıkça kirlendiğini varsayarak, eski olandan uzaklaştıkça da
estetik ve merhamet duygumuzun bir türkünün dizesinde ya da şairin imgesinde
kaldığını görüyoruz maalesef. Zamanın kirletemediği şairin gönül saflığı ince
yüreğinden bir bağ kurar kuşların yüreğine. Gökyüzü kuşların hürmetine soluklanır
bizimle. Kuş seslerinden bir hayat biçeriz kendimize; kötü hatıralardan uzak.
Bekir Erdoğan’ın çağırdığı kuşlar, hayatı bir kez daha temize çeker gökyüzünün
itirafıyla;
''Kuşlar
gelsin hafız,
onlara dair
kötü hatıraları yoktur gökyüzünün
onlar intihar nedir, ihanet nedir bilmezler''
Kuş seslerinden gayrı endişesi
olmayan İbrahim Tenekeci’nin ;
''Bir yastık
arıyorum kuş seslerinden
mühim değil
sonrası''
dizeleri, şairin duygu dünyasının
kuş örüntüsünü verir bize. Kuş sesleri dışındaki hayat beyhudeliktir adeta.
"Gider kim sular fesleğenleri?"
"Gider kim sular fesleğenleri?"
Kuşlar nereye
sığınır akşam olunca?''
deyince Ahmet Telli, kuşların
evsizliğinden şikayet eder.
Can Yücel’in ;
''Bu
dünya, yoruldu mu kuşlar konsun diyedir.''
söylemi, dünyayı bir kuş evi görme tasarımından başka nedir ki? Öyle ya! Dünya kuşların olsa yeryüzünün de kötü hatıraları olmazdı, bir kuşun yerie vurulmayı göze almazdı Sezai Karakoç.
söylemi, dünyayı bir kuş evi görme tasarımından başka nedir ki? Öyle ya! Dünya kuşların olsa yeryüzünün de kötü hatıraları olmazdı, bir kuşun yerie vurulmayı göze almazdı Sezai Karakoç.
Bırakalım kuşlarını alsın gitsin
gök. Son yüzyılın kirli eli değmesin kuş seslerine. Kendi derinliğini, ufkunu
ve köklerini kaybetmiş, insan için yardım elini uzatmayan, yapay birtakım
hayvanseverlik gösterileriyle kendini avutmanın, eskinin ne kadar gerisinde
olduğumuzu göstermesi açısından yeterlidir. İnsanın insan kurdu olduğu varsayımı,
insanı hayvanın dostu olamayacağı sonucuna götürür. Zira insan insanın kurdu
değil dostu olmalıdır.
Eşyanın hakikatini anlamaya
yönelen, gönül yuvasında aşkla mayalı
bir dünya tasavvur eden algı, muhabbet ve merhamet üzerine ilişkiler kurar. Hakikat
yolcusu Yunus’un bulduğu aşktır bu ;
“Ballar balını
buldum
Kovanım yağma olsun”
Bu, derinliğin, inceliğin, zerafetin ve insanlığın yol haritasını tarif
eder bizlere. Kuş evlerinin, bakım evlerinin, hastanelerinin
insan duygu ve dünyasında yer etmesi, insanın gönlünü ev etmesidir, hem insana
hem hayvana.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder