SOKAK LAMBASINDAN ŞEHİR IŞIKLARINA
İsmet Kanber
Demir sokak
direğinin tabağa benzeyen çinko çanağı, sarı ışıklı ampulüyle hep bana
çocukluğumun en muzır anlarından birini hatırlatır. Zifiri gece karanlığının
içinden süzülen baygın ışık, evimizin penceresinden odaya doğru hafif bir
ışıklandırma vazifesi görürdü. Bu loş ışık altında kendimi güvende hissederdim.
Gün ışıdığında lambanın hala yanıyor olması, boşa giden enerji duyarlılığımı
pek uyandırmıyordu doğrusu. Yeter ki lamba hep yansındı. Ancak ampulün de bir
ömrünün olduğunu düşünmezdim. Sokak lambası yanmadığında, gece lambasının
evimizde olmaması beni tedirgin ederdi karanlık korkusuyla. İşte muzırlığım
orda başlar yanmayan sokak lambasından kızgınlığımı çıkarır çinko çanağı taşa
tutardım. Kimi zaman yanıma iki arkadaşımı da alır ampulü kırmakla birlikte
çinko çanağı yara bere içinde bırakırdık; yenisi takılır ümidiyle.
İki bin iki
yüz yirmi beş rakımlık Kurubaş Geçidi’nden Gürpınar Ovası’nı gece izlediğinizde
en az benim lisedeki edebiyat öğretmenim kadar heyecan duyardınız. Gürpınar’a tayin olmuş Öğretmenimin
“Acaba Gürpınar nasıl bir yer?” merakı, gece Kurubaş Geçidi’nden geçerken
cevabını bulmuştu bulmasına ama gündüz pek de keyfi kalmamıştı öğretmenimin.
Gürpınar Ovası’nı rengarenk boylayan ışıklar, kocaman ve modern bir şehir
görüntüsü sunar size gece vakti Kurubaş’tan. Ancak bu, güneş doğuncaya
kadardır. O zamanlar üç bin nüfusluk, küçücük ve dağınık ilçe, ışıklarıyla hayli
güzel ve büyük görünse de gerçeğin böyle olmadığı sabah anlaşılıyor hala.
Osman
öğretmenimin hayalini süsleyen ışıklar onun için bir kabusa dönmüş olsa da benim
lamba ışıklarıyla olan bağım hiç değişmedi. Ölmeye yatmış gecenin karanlığını
delen ışıklar, sanki hayatın canlılığını anlatırdı bana. Köyün diğer ucunda ya
da uzaktaki başka bir köyden görünen ışıklar, orada birilerinin var olduğu
hissiyatıyla beni mutlu ederdi.
Sokağın iki
yanına belli aralıklarla dikilen lambalar benimle büyüdüler. Ben büyüdükçe
lambalar çoğaldı. Lambalar çoğaldıkça şehirler büyüdü.
Modernizmin
bize unutturduğu sokak ve insan ilişkisi, hatırlandıkça her birimize derinden
bir ahh! çektirir. Koca metropollerde yalnızlaşan insan, eskiye dair ufak bir
detayın özlemiyle geçmişine sığınır. Şehirlerin eskiye dair hatıraları daha bir
anlam kazanır zannımca. Gece bekçilerinin düdük sesiyle uyananlar güven
tazelerdi adeta. Şüphelerimizi ve korkularımızı yenen ışıklar da vardı tabi.
Bekçilerin düdük sesiyle başka bir manaya bürünürdü; “siz rahat olun biz
burdayız” dercesine.
Gaz
lambasından sokak lambalarına ordan modern şehir ışıklandırmalarına…
Bir serüveni
var şehir ışıklarının. Antakya’nın Herod Caddesi’nde meşalelerle aydınlatılan
gece, Gaz Lambası’yla aydınlatılan Kurtuba’ya uzanır. Oradan Lyon’daki
İmperiale Caddesi’ne renk verir Ark Lambaları. Ve 1910’lu yıllarda Üsküdar,
Kadıköy sokaklarını süsleyen binlerce sokak fenerleri…
Zaman uzuyor
ışıkla beraber. Lambalar yayılıyor her yanıma. Gece gökyüzüne uzayan binalar
çarpıyor her taraftan. Işıklar sınırsız. Renklerin dansına şahit her on ikisi
gece saatlerinin. Bekçiler yok, yapayalnız ışıklar ve lambalar.
Karanlığın boynuna gerdanlık dizili. Süslü bir sessizlik
akıyor tepelerden. Yoksa nasıl bir
dizeye dönerdi şairin şiirinde lambaların sessizliği?
“Sokak lambalarının sessiz
ışıkları süslüyor
Geceyi, tepeleri ve
caddeleri”
(Cesare Pavese)
Sessizliğin
adıdır lambalar. Işıklar tenhaya tutkun birer imge. Yalnızların sır kapısıdır.
Sevgilinin eli bir başka sıcak geceye ışık vurunca.
Köyler,
kasabalar, şehirler…
Medeniyetin
aynasında bir başka tarif yapar ışıklar üzerinden. Geceye, karanlığa yazılmış
şehrin dilidir ışıklar. Caddeler uzadıkça uzar, nehirler renkli akar, denizler
perde perde dalgalanır yakamozlarla.
Sevgiliye mecbur kalmış Attila İlhan’ın
…
“Karanlıkta bulutlar
parçalanıyor
Sokak Lambaları
birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur
kokusu”
…
şiirinde parçalanan
bulutlarla, kaldırımdaki yağmur kokusu arasında birden yanan sokak lambaları, anlamlı
bir imgeye dönüşür.
“Sisler
Bulvarı” şiirinde ise sıtmaya tutulmuş bir sokak lambasının öksürük seslerini
duyumsatır bize. Yürüyen bulutlara lambaların öksürük sesleri eşlik eder.
…
“Sisler Bulvarı’nda
seni kaybettim
Sokak lambaları
öksürüyordu
…
Yeri gelir
gecenin bir vakti sokağa atılmış çocuğun kimsesizliğini anlatır lambalar. Sokakta
bir lamba gibi yaşamak şairin yalnızlığının ifadesine dönüşür. Bir damla gibi
yalnız, bir gece sesi gibi tek…
…
“Yaşamak bir sokak
lambası gibi
Bir gece evden
atılmış bir çocuk sanki
Tek bir damla tek
bir ses gibi
Aklıma düşüyor”
…
(Cahit Zarifoğlu)
Bir başka
şiirinde Zarifoğlu;
“Bakıyorsun
kuşlar
Hazır
Sokak lambaları
yanık unutulmuş”
dizeleriyle,
çocukluğumda gündüz yanmaya devam eden lambanın sebebini hatırlatır bize. Aynı
zamanda kuşların mesken tuttuğu yer mi bir lambanın varlığı? Neden olmasın?
Sokağa atılan çocuğun yalnızlığına kim şahitlik edebilir bir lamba kadar?
Şükrü Erbaş’ı
dinleyelim;
…
“Bütün ışıklar
yalnızlık yanar
Bir çocuk tenha
Şarkılar söylerse
uzaklara kaybolur”
Bir lambanın
içinden geceye bakmak ya da hayatı okumak bir lambanın ışığından…
Neden bu kadar
bütünleşir bir lamba çocukla? Herkes zehrini geceye mi döker? Çocuğun
masumiyetini ışığa sermek midir şairin yaptığı. Tenha bir çocuk, uzaklara
kaybolan şarkılar söyler yanan geceye.
Ben büyüdükçe
büyüdü lambalar, büyüdü ışıklar, büyüdü renkler…
Teknolojik
aklın cevheriyle süslendi sokaklar. Yalnızlığını süredursun yalnız lambalar.
Şehirler ışık akıyor. Led teknolojisinin galebe çaldığı ışıklar şavaşında
şairin imgeleminde kaldı gece bekçisine yarenlik edenler. Her yerden ışık
sağanağı. Sel olur bazen köprülerden. Mahyalardan bir başka manaya evrilir
ışıklar. Şehirlere kan pompalar. Rengarenk, pırıl pırıl yaşam dolu…
Gece beyaz bir
örtü sanki. Işıklarla yıkanıyor herkes, akşamsefaları ışıklarla buğulanıyor.
Gökyüzünün tavanına asılı lambalar yıldızlara meydan okuyor. Gece o kadar beyaz
ki mezarlarında uyuyanlar nurlanıyor.
“Mezarlar bol
ışık altında o kadar beyaz idiler ki
Bir damla kan
yeterdi onları canlandırmaya”
derken Edip
Cansever, sokağın damarlarına ışıktan hayat müjdesi verir. Unutmanın uzağında
kalır gece. Herkes yatağını serecek bir yer bulur gümüş sokaklarda.
Sokakları,
kaldırımları okurken Necip Fazıl’dan, bir lamba arar içimizdeki korku.
İçimde damla
damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum,
her sokak başını kesmiş devler…
Kaldırımların
kara sevdalı eşi, kimsesiz bir sokak ortasında iki yanından akacak sel gibi
fenerlerden kaçıp karanlığa sığınır. Esrarlı sokakta can vermeyi hayal eder.
Bir başka şiirinde;
“Sokak lambası
gibi
Olma ey yâr…
Kime yandığın belli olsun”
der.
(Necip Fazıl Kısakürek)
Bir sitem mi
var? Sevgilinin kime yanacağı belli olsun da sokak lambasının gönlünü herkese
kaptırdığı ne malum?
Sevda yağar
kış gecelerinde. Yağan kar değildir, lambaya sevdalanmış berekettir lapa lapa.
Sokağın gelinidir sokak lambası. Başından dökülen damadın çerezidir kar
taneleri…
Gecenin
sırrına ortaktır lambalar. Varlığından habersiz belki. Sokağın gizemini
aralarken kendisi sır oldu. O, sokağın çocuğudur; kimsesizdir, hep öyle fukara…
Onlar yalnızca
ışık değil; umuttur, hayattır, renk renk teldir geceye.
Sığınaktır bir
şairin gönlüne, imgesidir şiirin.
Çocukluğumun
hatırası, büyüklüğümün cadde ve sokaklarında boy veriyor. “Kar”ın yağışını
lamba ışıkları altında izlemek bir başka güzel. Yağmur bir başka bereketli…
Sevgiliyle bir lamba ışığı altında sevgiyi temize çekmek bir başka derin.
Gaz lambasında
fitil olmak bir başka yanmak, bir başkadır sokak lambasıyla sırdaş olmak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder